Darwin’den yüzlerce yıl önce insan gelişiminin türlerin doğal seçilimi ile olduğunu, Karl Marks’tan yine yüzlerce yıl önce toplumların değişim ve dönüşümlerinde üretim ilişkilerinin, toplumun kendi iç dinamiklerinin oynadığı rolü vurgulayan ve toplumbilimlerinin atası sayılan Arap düşünür İbni Haldun, “Coğrafya kaderdir!” derken ne kadar çok şeye işaret eder…
Evet, içinde yaşadığımız coğrafya bir tür yazgımız olmaktadır. Aynı zamanda insanın doğaya kattığı kültürün en önemli parçalarından olan coğrafya, diğer üretici güçler olan insan gelenek ve görenekleri, tarih ve teknik ile bir araya geldiğinde, bizi oluşturan ve geleceğimize yol gösteren düşünsel dünyamızı ve davranış biçimlerimizi belirleyen toplumsal çevreyi de tamamlar.
Yaşadığımız coğrafya, aynı zamanda her şey demek değildir. Coğrafya, ancak bizi kucaklayan tarihsel koşulların, içine doğduğumuz üretim ilişkilerinin bilinçle kavranabilmesi ile çok şey olur. Bilincimizi oluşturan tüm bu öğeler, aynı zamanda bizi çoğaltır, dünyayı daha iyi kavramamızı ve birey olarak var olabilmemizi sağlar.
Doğduğumuz, yaşamı adımlamaya başladığımız Kuzeydoğu Anadolu, daha büyük bir harita içinde tanımlamak istersek, Güneybatı Kafkasya toprakları, dünyanın en zengin kır çiçeği örtüsüne sahiptir; Kafkas Arısı’nın da yurdu olarak ün yapmış bir coğrafyadır. Bu gerçeği ilk kez ağzından duyduğum Babam Dursun Akçamla teyzeoğlu (yöresel adlandırma gereği birbirlerine halaoğlu olarak seslenirlerdi), Erciyes’te çığ altında kalıp yaşama veda eden, daha önce de Himalayalar’a tırmanmış bir dağcı olan, aynı zamanda Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden hocam, zamanın dağcılık federasyonu başkanı Prof. Dr. Mecit Doğru’nun memleketine olan sevgi ve tutkusunun da etkisi olduğu, biraz duygusal davrandığı konusunda kuşkularım vardı. Ancak gezip dolaştığım diğer dünya coğrafyalar, okuduğum kitaplar, bu tanımlamanın tartışılmaz bir gerçek olduğunu da öğretti. Kutsal kitaplar, cenneti tanımlarken bu coğrafyayı işaret ediyor gibidirler. Etimolojik olarak Kuran ve Kura arasındaki ses uyumu, dünyanın en eski ve en çok uygarlığa yurt olmuş Ani antik şehrinin bu çevrelerde bulunması rastlantısal kimi bulgular olmanın çok ötesinde anlamlar taşımaktadır.
Yaman kışların, bir zamanlar metrelerce yağan karların da diyarı olan Kuzeydoğu Anadolu coğrafyası, aynı zamanda tarih boyunca Asya’dan Avrupa’ya doğru akan birçok kavime, boya, insan topluluğuna geçiş yolu ve yurt olmuş bir kültürler harmanı oluşturmuştur. Bir arada yaşama bilincinin, hoşgörünün, barışın, kardeşliğin de vatanıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nden çok önce, 18 Ocak 1919 tarihinde çevre coğrafyalardaki ilk cumhuriyeti gerçekleştirmiş, anayasasında daha o zamanlar kadınlara oy hakkı tanımış, Eğitim Bakanlığını Rum öğretmen Yelena’nın yaptığı, aralarında Rum, Rus ve diğer azınlıkların da bulunduğu Cenubi Garbi Kafkas Cumhuriyeti’ni kurmuş, İngiliz emperyalizmine ve emperyalistlerin kışkırttığı saldırgan çetelere karşı göğüs germiş bir yiğit, mert, paylaşımcı insanlar yurdudur. Şu anda da birçok farklı kültür bölgede büyük bir hoşgörü ve kardeşlik ortamı içinde birlikte yaşamaktadır.
Almanya’daki Nazi zulmünden kaçan ve Cumhuriyet yönetiminin bilime verdiği değer gereği Türkiye’ye kabul edilerek 1936 yılında Ankara Numune Hastanesini, 1945 yılında Ankara Tıp Fakültesini kuran, burada uzun yıllar görev yapan Prof. Dr. Eduard Otto Melchior’un öğrencisi olan hocam Op. Dr. Hüsrev Polat, ameliyathanelerde geçen yoğun yaşamı ve ilerleyen yaşı nedeniyle adımı bir türlü öğrenememiş, bana “Ardahanlı çocuk” diye seslenmişti. Bu sesleniş, beni kendimi bildiğim üç beş yaşlardan yetmişimi aştığım bu günlere kadar benim yaşamımın ana hatlarını çizen bir atmosfer gibi hep benimle dolaştı.
Çocukluk yıllarımda köyde “Yarpuz” dediğimiz, elimize alıp suyla ovaladığımızda köpüren yaban nanelerini kullanarak sabun fabrikaları kurup yoksul köylülerime dağıttığım düşler kurardım. O yoksul köylüler aynı zamanda dayanışmacı, paylaşımcı bir kültürün çok güzel insanlarıydı. Onlar süt kokulu etekleriyle beni bağırlarına basarken “derdin alem”, “kadan alem”, “adlaran ölem” diye seslenen neneler, bibiler, cicalardı; orman kaçakçılarının ihale almış olduğunu öğrendiğimiz bir orman kesimine karşı mücadele ederken, bir bölük jandarma ile köye gelerek köylüyü meydanda toplatmış, beni parmağıyla göstererek “bu anarşistlerden, komünistlerden uzak durun” diye suçlayan zamanın kaymakamının karşısında beni kolumdan tutup geri çeken, “Sen hele az dur oğul, sıra bizde” diyen Kor Kerimler, Borbor Zabitler, Lal Hamitler, Koço Kömürcülerdi.
Köyde “Deli Eyüp” diye anılan, beni çok seven, ocağın başındaki “gera” dediğimiz kendine ait köşede oturma izni verilmiş bir torun olarak onun ve anası Bangis köyünden Kürt Naze olar Nenem Seyhat’ın ağzından dinlediğim, 20’ci yüzyıl başında bölgede yaşanmış olayların berrakça anlaşılabilmesi için o Ardahanlı çocuğun hekimlik mesleğine bir noktalı virgül koyarak kültür ve edebiyat alanına derinliğine yönelmesi gerekecektir. Prof. Dr Mecit Dogru’nun babası Mehmet Doğru’nun 1972 yılında kendi olanakları ile bastırdığı, zamanın tanıklarından dinledikleri ve çizilmiş krokilerle güçlendirilmiş Ardahan Ölçek Köyü tarihinde karşıma çıkan Sivaslı çavuş, bibim Adalet’in babasından dinleyip yazdığı notlarda adı geçen Gölebertli Rum Kirve Kosti’nin yaşam serüvenleri benim bilincimin birer parçası oldular. Bibimin “Kirve” diye yazdığı o Kosti aslında “Kirye” yani Rumca “Efendi!” olmalıdır. Dedem Deli Eyüp köye baskına gelmiş ve daha sonra kendisini ölüme mahkûm edecek Ermeni çetelerine karşı Pikalluk denen sırttan kurşun sıkarken Ölçek köylüsüne destek olmuş Çıldırlı çetelerin arkasındaki gerçekleri öğrenebilmem ve sevdiğim coğrafyayı bilinç dünyamda çoğaltabilmem için yöremiz tarihçileri Ersin Hakan, Sezai Yazıcı ve diğerlerini, bana imzalayıp verdiği Uluç Gürkan’ın “Ermeni sorununu Anlamak” yapıtını ve daha başka yüzlerce, binlerce kitabı okumam; okuduklarım ve yaşadıklarım ışığında sayıları kırkı bulmuş kitaplar yazmam gerekecekti. Ancak böylece, bugün 74 yaşından gün almakta olan Ardahanlı çocuğun kimliği tamamlanmış olacaktır.
Bütün bunlar bir yana, bugün yöremizin çok önemli sorunları var. En başta göç ve geçim sıkıntısının, dünyanın en güzel coğrafyasında yol kenarlarında, subaşlarında, hemen tüm köy ve şehir sokaklarında karşımıza çıkan doğa kirliliğinin hakkından gelebilmek için o âşığı olduğumuz dayanışmacı ve paylaşımcı geleneklerin bir kez daha ve bilinçle yaşamımızda etkin duruma getirilmesi gerekiyor.
11 Temmuz günü, Saat 14.00’te “Göle Gundik Festivali”nde “Kültür ve Coğrafya”yı konuşacağız. Ardahan’daki dostları bekliyoruz.
Gününüz aydın olsun…
10 Temmuz 2025, Alper Akçam