Dün akşam Ankara Tabip Odası salonunda çok değerli, çok verimli bir toplantı gerçekleştirildi. “Sağlık Ekseniyle Köy Enstitüleri” başlıklı, aynı adlı kitabın yazar ekibinin başındaki Prof. Dr. Hilmi Uysal’ın konuşmacı olduğu, benim de kolaylaştırıcı olarak yer aldığım toplantıda, Cumhuriyet kuruluşundan bugüne sağlık politika ve uygulamalarını gözden geçirmeye çalıştık.
Toplantıda altı vurgulanan çok önemli gerçeklerden ilki, Cumhuriyet kuruluş zamanında, bugünlerde birilerinin övüp övüp göklere çıkardığı yozlaşmış Osmanlı hanedan ve sarayının halkın sağlığına ne kadar uzak ve ülkenin sağlık sorunlarının bu şatafat ve safahat haramileri için ne kadar anlamsız kaldığıydı. O yıllarda halkın yüzde doksanına yakının yaşadığı köylere ulaşabilmiş tek bir sağlık hizmeti yoktur. Büyük şehirlerde de hemşire yoktur, sağlık memuru yoktur, hekim ve eczacı sayısı gülünç ölçülerdedir, diş hekimi yoktur. Ülkenin dört bir tarafı bataklıklar ve altyapı sorunlarının kışkırttığı, sıtma, trahom, verem ve tifo benzeri bulaşıcı hastalıklar ile boğuşmakta, kitlesel dönebilecek ölümler yaşanmaktadır. Bebek ölüm oranı %40’a yakındır. Yani Anadolu’da doğan her bebekten en az üçte biri bakımsızlık ve hastalıklar sonucu ölmektedir. Bu gerçeği, on bir doğum yapıp altısını yaşatabilmiş nenemden, yine benzer bir yazgı yaşamış, Sultan bibim ve yakınım olan diğer kadınların hikâyesinden biliyordum zaten.
Cumhuriyet kuruluşundan ancak on beş yıl sonra yaşama geçmeye başlayabilmiş köye yönelik somut adımların atılması sırasında, büyük kültür devrimcisi İsmail Hakkı Tonguç önderliğinde açılan Köy Enstitüleri, sağlıkla ilgili büyük bir sorumluluk da üslenir. Her Köy Enstitüsü’nde bir revir vardır ve bu revirlerde çevre köyler halkı da tedavi edilmektedir. Bu revirde görevli sağlık elemanları, öğrencilerle birlikti “iş içinde sağlık eğitimi” de uygulamaktadır. Köy Enstitüsü mezunu her öğretmen enjeksiyon ve pansuman gibi basit sağlık uygulamalarını yapabilmektedir. 19 Temmuz 1943 tarihinde çıkarılan bir yasa ile Köy Enstitüleri’nin 4 ve 5. Sınıflarında oluşturulan sağlık kolları aracılığıyla yetiştirilen sağlık memurlarının ataması Sağlık Bakanlığı tarafından yapılmaya başlanır. Sayıları birkaç yıl içinde 1600’e yaklaşan bu sağlık memurları atandıkları bölge ve çevre köylerde koruyucu hekimlik uygulamalarını da yaşama geçirmekte, bataklıklar kurutulmakta, hastalık etmenleri ortadan kaldırılmakta, Ankara’daki Hıfzıssıhha’da üretilen aşılarla yaygın aşılama çalışmaları yapılmaktadır.
Bu yoğun çabayla, 1947 yılında sıtma, trahom gibi bulaşıcı hastalıklarda bıçakla kesilir gibi bir azalma olmuştur.
Ne yazık ki, aynı yıl, Batı Finans Kapital’i ile aynı yatağa girme kararı almış ve üretici köylünün sırtında yüzlerce yıldır asalak gibi yaşayan din bezirganlığı da yapan aracı-tefeci sınıfla politika yoldaşı olmuş, Köy Enstitüleri’ni de emperyalist ABD’ye bir “komünistlik kaynağı” gibi gösterip gözden çıkarmış ve para için el açmış iktidar, bu okulların sağlık kollarından beşini kapatır. 1950’den sonra kalan tek kol olan Hasanoğlan da öğrenci alınmayarak 1950 yılında sonlandırılmış olur.
Türkiye’de Cumhuriyet kurucusu düşüncenin ve Köy Enstitüleri’nin öncülü ettiği “Koruyucu Sağlık Hizmetleri” 1961 Anayasası’nın sosyal devlet hükümleri ve Prof. Dr. Nusret Fişek gibi çok önemli bir bilim insanının önderliğiyle altmışlı ve yetmişli yıllarda yeniden ivme kazanır.
Geçtiğimiz yıllarda yaşadığımız Covid salgını sırasında ülkenin elindeki hastalıkla savaşma gücünü bu koruyucu sağlık hizmeti anlayışı ve 06 Mayıs 1930 tarihinde çıkarılmış 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Yasası oluşturmuştu. Hıfzıssıhha’daki Refik Saydam Enstitüsü’nün aşı üretimine ise AKP iktidarı sırasında son verilmiş ve salgın sırasında aşılar için büyük paralar ödemek zorunda kalmıştık.
Turgut Özal’dan sonra başlayan ve AKP yönetimi ile doruğa çıkan bir özelleştirme ve müteahhitler eliyle sağlık hizmeti verme düşüncesi, sağlığı giderek bir keşmekeş içine sokmuş, bir tüketim nesnesine dönüştürmüştür.
Bu konuda yazılıp söylenecek çok şey ve ama önemli satır başlarını sıralayarak konuyu toparlayalım.
Bugün yeryüzünde bebek ölüm oranlarının en yüksek olduğu ülke %10 ile Afganistan’dır. İlle de kapanacağım, ille de çarşaf, ille de burka diyen kadınların kulakları çınlasın.
Bugün Türkiye’de hastanelerin yıllık hasta muayene rakamları dünya ölçüsünde şampiyonluk basamağındadır. Her yıl dünya nüfusunun sekizde birinin bizim poliklinik ve acil servislerde muayeneden geçmekte oluşu ise ülkeyi yönetenler tarafından ve hiç utanılmadan bir övünç kaynağı gibi kamuoyuna sunulmaktadır.
Bizim ülkemizde de kapitalist birçok ülkede olduğu gibi sağlık yalnızca bir kazanç kapısı olarak görülmekte, her aşamada kimlerin nasıl kazanacağı üzerine hesaplan yapılmaktadır.
Oysa ki, sağlığın temeli insanı hastalıklardan koruyucu önlemlerin alınmasıdır, sağlık bilincinin toplumun her kademe ve alanında yerleştirilmesidir. Çevrede sağlıklı bir ortam oluşturulmalı, herkes kendi doktoru olabilecek biçimde bir eğitimden geçmeli, öyle bir yaşımın içinde örgütlenmelidir.
Selam olsun Köy Enstitüleri’ne, selam olsun bu ülkenin “giderlerse gitsinler” denen cefakâr sağlık emekçilerine.
Gününüz aydın olsun değerli dostlar…
20 Aralık 2024, Alper Akçam